Kültür - Sanat
Önce Söz Vardı: Edebiyatın Doğası Nedir?
Söz, doğadan da önce ilan etmişti varlığını. Yaradan’ın “Ol” sözüyle doğa oldu. Sonra söz, edebiyat oldu. Edebiyat doğayı, doğa edebiyatı doğurdu. Ve bundan böyle edebiyatın olduğu yerde doğa, doğanın olduğu yerde edebiyat olacaktı.
Önce söz vardı. Her şey, sözün ardından geldi. İnsan, doğada var olduğu andan itibaren varlığını “söz”le taçlandırdı. Diğer canlılarla ortak yaşadığı yıllarda bile çoğalmayı, dünyaya hükmetmeyi başardı. İnsanoğlunun başarısının altında gruplar halinde yaşayabilme ve söz taşıyabilme özelliği vardı. İnsan, diğer canlılardan farklı olarak dedikodu üretebilirdi ve onda diğer canlılarla olmayan “kurmaca” yeteneği vardı.
Edebiyat, insanın dünyaya gelip ağladığı an itibariyle zaten var olmuştu. Ancak onun teorik olarak ortaya çıkmasında yine insanoğlunun söz taşıma becerisi vardı. Bu vesileyle henüz yazının bile bulunmadığı zamanda da edebiyat varlığını hissettirmişti. Sözlü edebiyat, harflerden önce oluşmuştu. Edebiyatın oluşmak için net bir dile, net kurallara ihtiyacı yoktu. Yaşamın olduğu yerde o da vardı ve onda her şey mümkündü. Tıpkı doğa gibi! Sanatla doğa en başından beri birbirine benzerdi. İkisi de kendiliğinden gelişir ve ikisi de kendini çok anlatmaz, anlaşılmayı beklerdi. En kurmaca eserde bile yüzde yüz kurgu yoktu. En sürreal edebi çalışma bile doğanın etkisini satır aralarında taşıyordu.
Çünkü doğa ile edebiyat aynı anda var oldu. Doğayla birlikte edebiyat, edebiyatla birlikte doğa doğdu. Önce söz vardı, doğayla birlikte söz yeşile, maviye, kahverengiye boyandı; edebiyat oldu. Belki de bundan; birçok inanışta ağaç, toprak ve su daima özel, kutsal sayıldı. Doğa; yalnızca realizm etkisinde kalan edebiyatta değil; kurmaca edebiyatta bile göz kırpıyordu bize, bazen somut bazen soyut olarak. Çünkü edebiyatın bir konusu da insanın insanla, insanın doğayla olan ilişkisini anlatabilmekti. Doğanın ritmi, önce kelimelerimizde belli etti kendini. Doğanın çıkardığı sesler dilimize giriverdi. Şırıl şırıl, hışır hışır, gıcır gıcır, çatır çatır, fokur fokur, horul horul…
Sonra da edebi türlerin içerisinde yepyeni başlıklar açtı:
Şair-İ Azam İle Doğanın Felsefik Dansı
Biraz geriye, Divân Edebiyatı dönemine gidelim. Bu dönemde tabiat, edebiyatın pek de içerisinde değildi. Belki bazı gazellerde, kaside girişlerinde mevsimlerden bahsediliyor, zaman zaman ay, güneş, sümbül, selvi nergis gibi tabiata dair göndermeler yapılıyordu. Divân Edebiyatının en çok bilinen mazmunlarından biri olan gül-bülbül ilişkisi, bunun bariz bir örneğiydi. Halk Edebiyatında da ozanlar insana özgü nitelikleri doğaya; doğaya özgü nitelikleri insana aktardı. Ancak tüm bunlar bir mazmundu veya motifti, asıl anlamlarıyla şiirin içinde değillerdi.
Doğanın edebiyata gerçek anlamda girmesi, Yeni Türk Edebiyatı devriyle oldu. Her şey şair-i azam yani Abdülhak Hamit Tarhan’ın Sahra isimli bir kitap yayımlamasıyla başladı… Sahra, tabiatla iç içe şiirin kapılarını Türk Edebiyatına açtı ve “ilk pastoral şiir olarak tarihlere geçti. Ancak bu, Hamit’in tabiatı ilk defa ele alışı değildi. O, daha önce “Belde” isimli şiirinde Paris’in parklarını, bahçelerini anlatmıştı. Ancak bu anlatış, ancak bu görüntüyle yüzeysellikle dolu sathi bir anlatıştı. Sahra kitabı ile tabiatı keşfetmiş, onun içine görmüş, ondaki derin anlamları keşfetmişti. Doğa yaşantısı ile şehir yaşantısı birbirinden ayırdı, doğada yaşama huzurunun şehre kıyasen ne derece bahtiyar olduğuna dem vurdu.
“Bedevîler sukûn u rahatte;
Sürdüğü daima ganemle sefâ.
Beledî muttasıl esir-i cefâ;
İntiâş âleminde zulmetde!
Biri endişeden aman bulmaz;
Biri endişeye zaman bulmaz.
Bedeviler sessiz ve rahat bir ortamda koyun ve sefa sürerler. Şehirlilerse esir ve cefa içerisinde yan yana yerleşirler. Aydınlık âlemde karanlıklar içindedirler. Biri (şehirliler) endişeden aman bulmazken biri(bedeviler) endişeye zaman bile bulamaz.“
Edebî Gerçeklik: Realizm
Edebiyat ve doğa ilişkisinin meydana çıktığı akımlardan biri ise Tanzimat Dönemi’nde nükseden realizm akımıydı. Realizm; yaşamın gerçeklerini olduğu gibi ortaya çıkarmayı esas alan bir akımdı. Realizm akımını benimseyen yazarlar, romantizm akımına karşı çıkarak, olayları hiçbir duyguyu, düşünceyi ele almadan tarafsız şekilde yazdılar. Realizmin temelinde doğayı olduğu gibi aktarmak vardı. Bu da ortaya uzun, derin tasvirler çıkardı. Gustave Flaubert-Madam Bovary dünya edebiyatındaki; Recaizâde Mahmut Ekrem-Araba Sevdası Türk Edebiyatındaki ilk realist roman olarak kabul edildi.
“İçeride kalanlardan – alafranga bir tabir ile – güzel takıma mensup olanlar, bahar çiçeklerine rekabet eder gibi en parlak, en güzel renkler içinde ve üçü-beşi bir yerde çiçekler gibi iki taraflarına salınarak gezinirler ve bunlardan bal almak hevesiyle kararsız olan eşek arısı mizaçlı beyler de çiçeklerin arasında ikişer ikişer dolaşırlardı.” Araba Sevdası
Edebiyatı Laboratuvara Taşıyan Natüralizm
Ve sonunda doğa, edebiyatta tam olarak “buradayım!” dedi. Natüralizm, realizmin gerçeği tam olarak yansıttığını düşünmüyordu, edebiyat daha gerçek olmalıydı. 19. Yüzyıl Natüralizmi yani doğalcılık, tabiatçılık akımını işte böyle doğurdu. Artık tabiata ve doğaya ait olana dair edebiyat vardı. Fransa’da başlayan akım, Türk Edebiyatına da sıçramıştı.
Natüralizmin en belirgin özelliği onun edebiyata daha önce görülmemiş bir yöntem katıyor oluşuydu: Deney yöntemi! Deney yöntemi ise determinizmden bahsediyordu yani doğa ortamında her sebep, her koşul aynı kapıya çıkardı, olacaklar belliydi, doğanın bir işleyişi vardı. Natüralizme göre bu işleyiş yalnızca doğada değil insanın yaşantısında da vardı. İnsanın fizyolojik özellikleri önemsendi, insanın yetiştiği ortam her yönüyle ele alındı. Yazar, bir tutanak tutar gibi yazdı olayları, yalnızca olanı anlattı.
Natüralizm, edebiyatı âdeta laboratuvara dâhil etti. Bu akıma kapılan her yazar, aynı zamanda bir deneyci oldu, deneysel eserler verdi. Akımın kurucusu ünlü romancı Emile Zola, bu durumu şöyle anlattı:
“Gözlemci demek, doğadaki olayları hiçbir değişikliğe uğratmadan, olduğu gibi inceleyen kişi demektir. Deneyci ise olayları doğanın ortaya çıkardığı biçimlere göre değil de herhangi bir amaçla kendisinin onlara şu ya da bu koşullar altında verdiği biçimlere göre inceleyen kişidir.”
Gerçeği olduğu gibi ortaya çıkaran bu akım, gerçeğin çirkin yüzünü de açığa çıkardı. Emile Zola’nın buna da bir cevabı vardı:
“Bizler toplumsal yaraların sebeplerini araştırıyoruz. Bundan dolayı çoğu zaman kokuşmuşlukları ele almak, insanın sefaletinin, çılgınlıklarının bulunduğu yerin dibine kadar inmek zorundayız.”
Türk Edebiyatında bu akıma en çok uyum sağlayan isim Hüseyin Rahmi Gürpınar oldu. Öyle ki kendisi Şık isimli romanında akımın kurucusu Emile Zola’dan “rezillikleri anlatmada usta bir sanatçı” olarak bahsetmişti.
Doğa, Romana Dâhil: Köy Romancılığı
Cumhuriyet Dönemi Edebiyatıyla birlikte Anadolu’ya ve halka yöneliş artış gösterdi. Sanat sanat içindir görüşü, yönünü sanat toplum içindir de döndü ve tam da bu noktada ortaya bir köy edebiyatı çıktı. Doğayla iç içe olan, köyde geçen ve köylü karakterlerini ele alan köy romanları, işçilerin haklarına da dem vuruyordu. Türk Edebiyatındaki ilk köy romanı Nabizâde Nazım’ın Karabibik adlı eseri kabul edilmişti. Ancak köy romanların sükse yaptığı zaman Cumhuriyet Dönemi’ydi.