Kültür - Sanat
Neşet Ertaş&Mercan Dede
Biri, son yüz yılımızın en önemli Türk ozanlarından biri. Sazın; sözün üstadı, bozlak ustası Neşet Ertaş; bir diğeri ise dünyanın özünü anlayabilecek, varoluş ve insan arasındaki bağı ise anlatabilecek ender değerlerden biri, Mercan Dede. Özçekim Kahvesi’nde bu sayıda, bu iki güzide, farklı gözüken ama insana dokunan sanatlar inşa etmede yüksek yeteneğe sahip iki değerli isim bir araya geliyor. Bakalım bu sefer çağlar nasıl ortadan kalkacak…
1957 sonlarında İstanbul’a yeni gelmiş, otobüsten anca inmiş bir Neşet Ertaş, zamanından çok farklı noktadan çıkagelen Mercan Dede ile denk gelirler…
Mercan Dede: Selamlar, kaybolmuş gibi gördüm sizi? Bir problem yok ya?
Neşet Ertaş: Merhabalar, aslında buralarda yeniyim. Biraz tuhaf geldi birden…
M.D.: Ah, hiç sorun değil. Alışırsınız. Bu arada memnun oldum. Ben Mercan Dede.
N.E.: Dede mi? Hiç dede gibi durmuyorsunuz maşallah. Ben de Neşet. Neşet Ertaş.
M.D.: Nasıl yani Neşet Ertaş mı? Bu, bu olamaz… Sizin büyük bir hayranınızım. 2012’de sizi kaybettiğimizde yaşadığım üzüntünün, o eksikliğin tarifi yok. Ancak sayısız eserleriniz sayesinde bir yandan da hep bizlesiniz pek tabii.
N.E.: Nasıl yani? Gerçi ismine “Mercan Dede” deyince anlamalıydım. Neyden bahsediyorsun sen? Kafan karışmış gibi?
M.D.: Neyden bahsetmeyi severim. Haha! Mercan Dede aslında benim mahlasım. Arkın Allen, Arkın Ilıcalı da diyebilirsiniz. Kendi ismimi albümlerimde kullanmayı tercih etmiyorum. Çünkü neyzen de değilim, müzisyen de. Gerçek ismimi kullanmam, hocalarıma saygısızlık olur.
N.E.: Bir dakika! Sen de mi müzisyensin? Memnun oldum Mercan Dede.
M.D.: Eh, kendi çapımda. Ancak Mercan Dede ben değilim. O, yapbozun bir parçası. Bu sorularınıza Arkın olarak cevap vermeliyim. Dokuz ismimin dördü gizli; ancak birkaçı benden daha meşhur.
N.E.: Allah Allah! En iyisi ben gideyim, elbet bir yol bulurum. Seni de bir doktora bırakayım ister misin?
M.D.: Durun lütfen. Şimdi beni anlayacaksınız…
Yıl 1997… Kanada’nın Montreal kenti…
N.E.: Neredeyiz Mercan Dede?
M.D.: Kanada’nın en büyük ikinci kenti olan Montreal’deyiz Neşet Usta.
N.E.: Estağfurullah. Ne ustası?
M.D.: Yok, yok, sizi herkes böyle bilip seviyor, ya Neşet Usta, ya da Neşet Baba. Ama Neşet Usta daha anlamlı geldi bana.
N.E.: Teşekkür ederim. Ben de sana Mercan Dede diyerek hitap etmeye devam etmek istiyorum izninle. Ee, anlat bakalım bana hayatını? Buraya gelince biraz daha taşlar yerine oturmaya başladı. Şimdi zaman dilimleri daha anlamlı.
M.D.: Gördüğünüz üzere uzun yıllar Kanada’da yaşadım. İlk albümüm Sûfi idi. Ben kendi kendine üfleyen, biraz başına buyruk bir insanım. Mahlas kullanmam da bundan.
N.E.: Peki, nereden geliyor bu mahlas? Neden Mercan Dede?
M.D.: İlk albümümü hazırladığım sıraya geri dönelim. Sûfi hazır olduğunda isimsiz çıkamayacağımı plak şirketim iletmişti. Ben de o aralarda bir kitap okuyordum. İhsan Oktay Anar’dan “Puslu Kıtalar Atlası”nı okuyordum. Orada da “Havai Mercan Dede” adında çok etkilendiğim bir yan karakter vardı. Daha sonra Mercan Dede’yi kullanmaya başladım. Çok hoşuma gitti. Görüntümle Mercan Dede arasındaki kontrasttan dolayı da bu isim bir şekilde bende kalmış oldu.
N.E.: Peki, neye olan bu sevdan, bu tutkun nasıl gelişti Mercan Dede? Az anlatıver.
M.D.: Tutku mu? Tutku biraz hafif kalır. Kendimi neyin kendisi gibi hissediyordum. Herkesin bir işareti vardır. Kimisi dövme yaptırır kimisi bir kolye taşır… Benimki uzun zaman neydi. Üflediğim anda tüm yaşadıklarımın zaten beklenen şeyler olduğunu kabul ediyordum. Neyin hikâyesi kendi öz yerinden kopartılıp bambaşka bir yere götürülmesidir. Ney acı çeker ama sonunda suyun içindeki milyonlarca kamıştan olağanüstü melodiler çıkaranın kendisi olduğunu anlar. Potansiyelini ortaya koyması için toprağından, suyundan kopması gerekir. Bunu kavradıktan sonra şikâyet etmemeyi öğrendim çünkü zorluklar paketin parçasıdır…
N.E.: Görülen o ki, zorluklarla boğuşmayı seven bir yapın var.
M.D.: Bursa’da orta sınıf bir ailenin orta sınıf değerleriyle güvende yaşamak yollardan biriydi. Ben beş parasız ve tek kelime dil bilmeden Kanada’ya gitmeyi seçtim. Hatta Kanada’nın köyünün köyüne gittim. New York’ta doğmuş birinin Hakkari’nin bir köyüne gelmesi gibi düşünün. Üstelik çok soğuktu, sokaklarda kaldım ama ana tema özgürleşmeydi. Öncelikle kendimden özgürleşmekti. İç dünyayı özgürleştirmek zordur. İçindeki senin ne olduğunu tam bilmesen de, dışındaki senin sen olmadığını bildiğinde kendini tekrar doğurman lazım. Bunu kavramak önemli bir süreç. Bunu yaptım. Kendine kredi veren biri değilimdir ama başladığım insan ile şu anda olduğum insan arasında pozitif anlamda bir değişim oldu.
N.E.: Hayatta değişim şart. Hep aynı şeyleri tekrarlayarak bir yere varmak çok güçtür.
M.D.: “Ormanda önümde iki yol vardı. Ben az kullanılanı seçtim. Bütün fark bundan doğdu” diye bir şiiri var Robert Frost’un. O söz aklıma geldi. Farklılıklar önemli pek tabii. Değişimden kaçmamak gerek. Ancak her halükarda adımları da sağlam atmak gerek. Bilinçsiz olduğumuz takdirde hiçbir şeyin anlamı kalmaz. Mahallemizdeki terzi Hasan Amca derdi ki, “Evladım tesadüf diye bir şeye hayatım boyunca tesadüf etmedim.” Yani, yaşadığım her şey bir sonraki adıma vesileydi. Ben hep kalbimi takip ettim. İşte böyle Neşet Usta. Hep ben hep ben oldu ama böyle. Siz de biraz anlatın lütfen. Babanız da bir bağlama ustasıydı. Değerliydi…
N.E.: Yaa, evet öyleydi. Muherrem Ertaş’tı benim babam. Daha çocukken önce kemanı, sonra bağlamayı öğrendiysem onun sayesindedir. Biz onunla beraber yöre düğünlerine gider, sazımızla türküler söylerdik. Kendisi de benim müzisyen olarak ilk ve belki de yegane etkilendiğim kişidir.
M.D.: Bir de sevdiğiniz kadın vardı… Bir dönem aranız biraz açılmıştı sanki?
N.E.: Vardı ya… Vardı Mercan Dede. 1962’de İzmir Narlıdere’de askerliğimi yaptım. Askerliğimi yaptıktan sonra Ankara’da çalıştığım gazinoda Leyla isminde bir kızla tanıştım ve hemen evlendim. Babamsa bu evliliğe şiddetle karşı çıktı da çıktı. Bu olaylardan sonra uzun yıllar konuşmadık. Ona hep derdim, “Kadın insandır. Biz erkekler ise insanoğlu.” Bizim evlilikten Döne ve Canan adında iki kız ve Hüseyin adında bir erkek çocuğumuz oldu. Meyvelerimiz… 7 yıl evli kaldık. Sonra, 1970’lerin başlarında ayrıldık.
M.D.: Daha sonraysa bir küsmüşlük, bir yurt dışına gidiş vardı sanırım?
N.E.: Sağlıksal problemlerim de olmuştu. Onları kardeşimin daveti üzerine Almanya’ya giderek atlattım. Tedavi oldum. Daha sonra da çocuklarımın eğitimi ve sanatsal çalışmalarından dolayı uzun bir süre Almanya’daydım. Küsme değil, bir değişiklik lazımdı o dönem için. Velhasıl-ı kelam 2000 yılında İstanbul’a verdiğim bir konserle sahne hayatına geri döndüm. Küssem ne olacak? Memleketimden en fazla ne kadar uzak kalabilirim ki? Bunu sen de biliyorsun, yaşıyorsun Mercan Dede. Kanada’yla bağın güçlü olsa da Türkiye’de bol bol kalıyorsun, bol bol konserler veriyorsun.
M.D.: Evet, oranın gelişmiş ayrı güzellikleri olsa da, burası da vatanım ve apayrı değerleri var. Biliyor musunuz? Son 10 yıldır Türkiye ve Kanada’yı kıyaslamamam gerektiğini kavradım. Mukayese etmek yerine iki dünyaya da ayrı ayrı girince çok daha mutlu oldum. Dinamikleri çok ayrı. Kıyaslamada bir yargıçlık hikâyesi var. “Yargıç gidince dava düşer” derler. Benimki de o hesap. İçimizdeki yargıç gittiği zaman dava düşüyor ve ağaç altında çay içebiliyoruz. Ama şunu bilmeliyiz ki, öfke patlaması dünyanın her yerinde var. Bu dünyanın geçtiği bir süreç. Bütün dünyada duygular polarize oldu…
2014… Neşet Ertaş Gönül Sultanları Kültür Evi
N.E.: Mercan Dede, burası da neresi?
M.D.: Burası sizin için özel olarak hazırlanmış Neşet Ertaş Gönül Sultanları Kültür Evi. Burada sizin değerli eşyalarınızdan bazıları da sergileniyor. Bakın! Burada ne var!
N.E.: Tövbe estağfurullah! O da ne? Ben miyim?
M.D.: Bu sizin android heykeliniz. Hareket de ediyor. Sanki gerçekten çalıyorsunuz gibi. Hem gelen misafirleri karşılıyor, hem de birbirinden güzel eserlerinizi seslendiriyor. Bizler de bırakın sadece Türkleri, yabancıların dahi akın ettiği bu yerde size olan özlemimizi biraz olsun dindirebiliyoruz. Tabii albümleriniz zaten hep kulaklarımızda.
N.E.: 2012 demiştin değil mi? Demek 2012’de bu dünyayla işim bitti.
M.D.: Bitmek de ne demek, siz UNESCO tarafından ödüllü bir değersiniz.
N.E.: Doğru ya. Neydi o ödül. UNESCO tarafından Yaşayan İnsan Hazineleri Türkiye Ulusal Envanteri’ne alınmıştım değil mi?
M.D.: Doğru, siz bir insan hazinesisiniz. Bakın, resmen yüzünüz güldü. Size yakışan da bu.
N.E.: Sen beni gülünce mutlu mu sandın?
M.D.: Ah, en sevdiğim eserlerinizden… Güzel dediniz ancak siz bozkırın tezenesisiniz. Sahi ya, o hikâyeyi de biraz açabilir misiniz?
N.E.: Bana ilk kez Yaşar Kemal “bozkırın tezenesi” diye hitap etti… Ben bir trafik kazasından dolayı bir aylık hapse düşmüştüm. Hiç unutmam, Yaşar Kemal bana yolladığı imzalı “İnce Memed” kitabının girişine şu notu yazmıştı: “Bozkırın tezenesine selam olsun, geçmiş olsun.” Daha sonra bu isimle benim hayatımı anlatan 4 bölümlük bir belgesel dahi çekildi. Sağ olsunlar.
M.D.: Ne güzel! Bir de şu var. Mevlana der ki; “İşin zor olan kısmı, sıkı sıkı tutmakla zamanı geldiğinde bırakmak arasındaki dengeyi bulabilmek.” Hepimizin bu dengeyi bulmaya çalıştığı bir dönemdeyiz. Buradan bir aydınlığa da çıkabiliriz.
N.E.: Öyle tabii, hayatın da, ölümün de kendine has bir tadı, zamanı var. Hepsini yaşamak gerek. Ben her zaman her yaşın bir mevsimi olduğuna inanırım. Ondandır ki 6 yaşımdan beri müziğin içinde olsam da zaten son yıllarımda biraz daha geri plana çekilmiştim. Gönül yorulmuyor ama gövde yoruluyor Mercan Dede.
M.D.: Sizin bu konuyla ilgili güzel bir sözünüz vardı. Der misiniz rica etsem?
N.E.: “Aşk biterse yorulur insan, ben ne zaman ölürsem Neşet yoruldu desinler…” buydu sanırım kastettiğin?
M.D.: Aynen bu Neşet Usta. Ağzına sağlık… Peki sizin için yazılmış edilmiş de bir sürü yazılar, kitaplar, sözler var. Sizin için en önemlisi hangisi?
N.E.: Hiç birini bir diğerinden ayrı tutmak, değersizleştirmek istemem. Sağ olsunlar ilgileri hep canlı oldu. Hakkımda ise yazılan 3 kitap vardı. 200 civarı şiirim var. Ancak bunlar direkt benim aktarmam değildi. Erol Parlak bir kitap kaleme aldı. Bu kitap sayesinde bilgiler nesilden nesle aktarılsın istedim ve direkt Erol Bey’le birlikte çalıştım. İki kitaplık kitap takımının ismi Garip Bülbül. Erol Parlak Ankara’dan gelip uzun yıllar evvel bana kitap çıkarmamız gerektiğini zaten söylemişti. Ben de ona dedim ki; türkülerimin notalarını, benim çalıp söylediğim gibi yazarsan evet derim. İşte benle bağı bu yüzden kuvvetli. 50-60 türkümün notalarını yazdı bu kitap için. Zamanında 45’lik plaklarım vardı. Onlara plaklara tam sığmayan sözlerim vardı. Bu vesileyle ben de eksik kalan sözleri, dizeleri tamamlayıp ona iletebildim. Kitabın son okumasını yaparken bunları eklemeye özen gösterdim.
M.D.: Henüz göz atma fırsatım olmadı. Sizle muhabbetimizin ardından merakla bakacağım.
N.E: Bak, ne diyeceğim. Hazır Kırşehir’e gelmişken benim mezarın oraya da bir bakalım Mercan Dede. Merak ettim şimdi.
M.D.: Madem öyle, geldik tam oradayız. Ahh şu mezar taşınızdaki yazının güzelliğine bakın. Buyurun siz söyleyin orada yazan güzellikleri.
N.E.: ”Sakin ol ha, insanoğlu. İncitme canı, her can bir kalp, Hakk’a bağlı. İncitme canı, incitme.” “Saygı, Sevgi, Hoşgörü…”
“GARİP” NEŞET ERTAŞ
Canımız, “İnsan” Babamız