Kültür - Sanat
Doğayı Eserlerine Unsur Eden 4 Büyük Edebiyatçı
Koca Çınar Yaşar Kemal
“Dağları, ovaları, bataklıkları, otları, ağaçları, kuşları, böcekleriyle tüm doğayı romanlarında böylesine coşkuyla işlemiş bir başka Türk yazarı yok. Türk Edebiyatında bir ilk bu.” Berna Moran
Doğa ve edebiyatı yan yana koyup da Yaşar Kemal ismini altın yaldızlarla yazmamak; çiçeği dalından, yağmuru buluttan, damlaları okyanustan ayırmaktan farksız değildi. Yaşar Kemal, Türk romancılığına doğaya dışardan bakmayı değil; doğayı romanın içine bir unsur olarak katmayı öğretti. İlk ve en ünlü eseri olan İnce Memed’de yeni bir dünya oluşturdu: Çukurova dünyası! Ağalığa karşı mücadeleyi ele alan bu romanda doğa; yeşilinden kırmızısına, toprağından göğüne kadar işlenmişti. Öyle ki en alakasız İnce Memed okuru bile yazarın doğaya olan tutkusunu anlayabilirdi.
Ünlü edebiyat eleştirmeni Berna Moran’ın da söylediği gibi, Yaşar Kemal, doğayı çeşitli amaçlarla kullandı:
Her şeyden önce insanın yaşadığı çevre, bazen yaşamak için boğuştuğu bir düşman, bazen ahlaksal değerlerin simgesi, bazen estetik değer kazandıran bir öğedir… Yaşar Kemal’in yapıtlarındaki şiirselliğin bir kaynağı, söylemeye gerek yok ki, tüm zenginliğiyle sergilenen doğadır.
Berna Moran haklıydı, doğanın en güzel kalıpları, en güzel benzetmeleri, en güzel dizeleri onun kaleminden çıktı. Her ne kadar roman yazarı olsa da o bir doğa şairi, bir doğa öğretmeniydi. Konu doğa olunca betimleme ve teşbih sanatı, usta karşısında saygı duruşuna geçerdi. Neşet Ertaş’a “Bozkırın Tezenesi” diyen ondan başkası değildi.
Doğayı, bir roman unsuru olarak kullanmayı tüm romancılara o öğretti. Bu durum ona sorulduğunda ise şöyle diyordu:
“Her doğa parçasının bir kişiliği vardır. Hiçbir insan birbirine benzemediği gibi, hiçbir doğa parçası da ötekine benzemez. Bu benim çocukluğumdan bu yana bildiğim bir gerçek… Öyleyse doğa niye bir roman karakteri olmasın?”
Toprak, hayvan, bitki… Her bir doğa olayı mutlaka yer edinmiştir onun romanlarında. Özellikle de uğur böceği. Sanki bir metafor bir mazmun gibi uğur böceğini iliştiriverir romanlarına. Hangi canlıyı nereye koysa öyle yakışır ki okur şaşar ve kendine sorar “Acaba aslında edebiyat, doğanın ta kendisi mi?”
“Görünüşte aynı büyüklükte, aynı renkte her böceğin, her yaprağın, her çiçeğin, her kelebeğin bir kişiliği vardı. Bir uğur böceğini alıyor –romanlarımda çok vardır– günlerce bakıyor ve onu öteki böceklerden ayıran şeyi bulmaya çalışıyor ve sonunda buluyordum. Her çiçeğin, her yaratığın bir özelliği vardı. Bu buluşu yazarlık mesleğimde hep korumak istedim.”
Üslubunun İlhamını Doğadan Alan Zarif Şair: Cahit Zarifoğlu
“Doğa seyiriyor gördüm döşüm
Okşanıyor gibi duyarak”
Türk şiirinin zarif ağabeyi Cahit Zarifoğlu da şiirlerinde doğadan beslenir ve “doğa”yı bambaşka ahvalde işledi. Öyle ki onun şiiri, doğayı anlatmayı, doğaya değinmeyi hedeflemeden doğadan beslendi ve doğayı kalemine ilham edindi. Şiirine anlık dokunuşlarla doğal izler katarken doğadan beslendi. Hiçbir zorlamaya, hiçbir tıkanıklığa sebebiyet vermeden su gibi akan şiirlerdi onun şiirleri. Doğadaki ritmin farkına varan ve ritmi, dizelere ekleyen zarif şair, doğanın kurallarını şiirine taşıdı ve onu doğallıkla inşa etti.
Peki, şiirlerinde kelimelerin farklı anlamları yok muydu? Elbette vardı. Ancak tüm bu metaforlar, özünü doğadan almıştı. Doğaya ait özellikler, şiirinde insana aitmiş gibi işledi.
“Acın, bir vadi
Zehirli çiçekler bir ova gibi karşımda”
Beyrut’a yazmış olduğu bu şiirde, bir vadinin derinliğini, zehirli çiçeklerle dolu bir ovayı insanın acısıyla kıyasladı. Bu kıyas, insan-doğa ilişkisi bir zaman sonra şiirlerinde daima görülür oldu. Ancak bu bile bile kullanılan bir söz sanatı, bir yöntem, bir deneme değildi. Kalemi; aniden ortaya çıkan bir haykırış, eksik bir yapbozun son parçasını buluş gibi yaydı doğayı şiirlerine.
“Bu ateş bulutu hangi kavmin üzerinde
Çam ormanlarının salınışında
Kuşların cıvıldayışında
Otların serin tenlerinde”
Şiirinde doğanın ortaya çıktığı bir başka nokta ise tezat sanatıdır. Silahlarla, bombalarla, uçaklarla savaşan insan; doğadan ne kadar da uzaktı… Doğa; böyle güzel, böyle sistemli, böyle özelken insan, ne çıkarcı, ne yapaydı ve ne çok değişmişti…
Otların serin tenlerini, kuşların cıvıldayışlarını, çam ormanlarının salınışını ateş bulutuyla kaplayan insan değildi de kimdi?
Ölüme yakın olduğu günlerden birinde, bir hastane odasında ona refakat eden Erdem Beyazıt’ın elini tuttu ve tıpkı şiirlerinde olduğu gibi, doğadan bir parça döküldü dilinden; kırlar, çiçekler:
“Erdem, kırlarda çiçekler bensiz açacak…”
Şiirlerinin hâlâ, dilden dile bir çiçek gibi açıldığını hissettiğini umuyoruz…
İkinci Yeni ve Doğa Arasında: Sezai Karakoç
“Ah senin yüzünden kana batacak.
Mona Rosa. Siyah güller, ak güller.”
Şiire kelimelerin pabucunu ters giydiren akım İkinci Yeni’nin hem içinde hem dışında sayılabilecek, yaşayan son büyüklerden Sezai Karakoç… Doğa, onun da şiirinin her yerine serpiştirilmiş bir imgeydi. Şiirlerinde insanı, toplumu, kültürü ve dolayısıyla doğayı anlamayı, anlatmayı görev bildi. Doğduğu toplumu, coğrafyayı anlatmaktan hiç vazgeçmedi. Hiçbir imge, onu doğadan kurtaramadı.
“Deniz de gelip çarpınca karaya,
Sanki bembeyaz güller açar dudaklarımda”
Tabiatla insan arasında zaman zaman olumsuz zaman zaman da olumlu bağlantılar kuran Karakoç şiirlerinde şehir-doğa çatışması her fırsatta okuruna göz kırptı. Şehir; onun şiirinde insanlığın yerine geçen bir unsur, insanlığı esir alan bir zindan idi. Büyükşehirler, onun için ikinci bir tabiat doğurmuştu ve bu tabiat, pek de hayallerdeki gibi değildi. Şehir; beton ölümlere benzetilmişti…
“Son insan ölmeden önce
Bir ülkü inecek bahçelere
Beton ölümler arasına sıkışmış
Ay verimli küçük parklara
Gül tarhları gelecek
Küçük parklara yeniden “
Karakoç’un şiirinde doğaya ait en önemli unsurlardan biri de hiç şüphesiz; gül. Divân Edebiyatında oldukça büyük bir role sahip gül; onun şiirinden hiç eksilmemişti. Dillere destan şiiri Mona Roza, İtalyanca “Tek gül” demekti. Gül mazmunu, onun şiirinde sonsuzluğunu bu sayede ilan etti.
Başka bir şiirinde ise savaş gecelerini kiraz bahçeleri ile taçlandırarak kurtuluşu tabiatta bulduğunu bir kez daha gösterdi:
“O yıllar savaş yıllarıydı geceleri karartma
Gündüzleri fırın önlerinde birikirdi halk
Biz çocuklar ile büyükler arasındaki fark Bir yanda şehir bir yanda kiraz bahçeleri”
Su, Toprak, Hava, Ateş Ve Üstat: Necip Fazıl Kısakürek
“Haydi yürü, bulalım,
Kat kat çıkmış evlerin,
O cam gözlü devlerin
Gizlediği âlemi”
Derler ki doğanın ve varlığın özünü dört unsur belirledi: su, toprak, hava ve ateş. Bu dörtlüye “anasır-ı erbaa” dendi. Bu dört unsur, varlığın da felsefi düşüncenin de çıkış noktasıydı. Evrenin temeli bu dört noktaydı ve şiirlerinde “mutlak varlığı” aramaktan vazgeçmeyen mistik şair Necip Fazıl, şiirlerinde bu unsurları işlemekten de vazgeçmedi. Doğa ve şiir demişken, ondan bahsetmemek büyük bir yanlış olurdu.
Doğanın İlk Maddesi: Su
Şairin en çok kullandığı tabiat sözcüğü; su idi. Su, doğanın ilk maddesiydi. Su, onun için gizli bir yol, ezel fikri, ebed duygusuydu. “Duaydı, yakarıştı, aynaydı, saffetti…
“Kâinatta ne varsa suda yaşadı önce;
Üstümüzden su geçer doğunca ve ölünce.”
Bir Üfledin De Yıkıldı Bendim: Toprak
Hayatın, dünyanın başlangıcıydı toprak. Doğumdu ama aynı zamanda ölümdü de. İnsanın kendini arayışıydı, bendiydi, benliğiydi, nefsiydi.
“İşte iz!
Geliniz!
Toprak post,
Allah dost…”
Hem İyilik Hem Kötülük: Ateş
Cennette ışığın; cehennemde yangının kaynağıydı ateş… Hem uzaklık, hem yakınlıktı. Varlığını sorgulayan insanın içinde yanandı. Hem arınmaktı, hem yanmaktı. Hem cennetti hem cehennemdi:
“Rabbim, Rabbim, Yüce Rab, âlemlerin Rabbi, sen!
Sana yönelsin diye icad eden kalbi, sen!
Senden uzaklık ateş, sana yakınlık ateş!
İnsanın Elzemi: Hava
İnsan… Bu, toprak ve hava arasında kalmış canlı. Hava; onun elzemi, nefesi, ebediyeti, oksijeni. Ruha metafor, huzura imge:
“Bu dünya bir kuyu, havasız çömlek
Daralıyorum”