Kültür - Sanat
Çile’nin Şairi Necip Fazıl Kısakürek’in Bilinmeyen Yönleri

Necip Fazıl Kısakürek… Onu, hayatının iki cihetine sığdırdığı sonsuz satırlarla biliyoruz. İçinde büyütüp satırlarına vurduğu farklı yönleriyle ve bir de kendine sakladıklarıyla… Öyle ki, gerek dostları, gerek öğrencileri ve gerekse de onu hiç görmeden sadece yazdığı “Çile”lere gözleriyle tanık olan biz okurları; hepimiz onun adı geçince tek bir isim konduruveriyoruz başa: “Üstat!”
O hem 24 yaşında, Kaldırımlar şairi; hem de hayatının dönüm noktası bilinen “mistisizm” ustası. Hem sezgiciliğin yoldaşı hem de insanı tasavvufla harmanlayıp gerçeği saklamayanı.
Vefatının ardından bunca sene geçmesine rağmen, hâlâ hatırlarda kalışı, hâlâ “Sokaktayım, kimsesiz bir sokağın ortasında…” dendiğinde yüzünün hatırlanışı, İstanbul’a her bakıldığında, “Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar, onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.” diye yine onun anılışı, ille de onun anılışı… O, “Beyoğlu tepinirken, ağlar Karacaahmet” dizeleriyle geçmişten geleceği gören… Ne dersiniz daha yakından tanıyalım mı?
Paris’teki Bohem Hayatı…
Hayatında İki Zıt Dönem Vardı…
İlk şiirlerinin yayınlanmasının ardından edebiyat dünyasında başarı ve ün yakalayan Fazıl’ın hayatında iki farklı dönem, iki farklı cihet vardır. Şöhreti henüz yolun başındayken gören şair, kendi içinde felsefi bir arayışa bürünür. Bu arayış onun hayatında yeni bir dönemin kapılarını aralayacaktır. Bu dönemi kendisi şöyle anlatır:
“Hayatımda öyle bir gün doğdu ki, kundaktan patiğe, emzikten kısa pantolona, oyuncaktan boyun bağına, karalama defterinden polis hafiyesi romanına, beş taştan iskambil kâğıdına ve ayva tüyünden kır saça kadar anne, baba, dadı, mektep, arkadaş, kitap, hoca, tabiat, şehir, cemiyet, kimden ne aldımsa hepsini geriye verdim. Ruhuma istifledikleri hazırlop dünya bir sarsılışta yıkıldı gitti.”
Maddeye, dünyaya, boheme bağlı hayatı 1934 yılı itibariyle manevi bir değişime girer. Beyoğlu Ağa Camii’nde görev alan Abdülhakim Arvas ile tanışması bu hayatın başlangıcı olur. Üstün ahlak felsefesinin hüküm sürdüğü tüm eserler bu dönemden sonra yazılır.
Atlara Hayrandı…
Annesinin Ölüm Döşeğindeki İsteğiyle Şair Olmuştu…
“Annem hastanedeydi. Ziyaretine gitmiştim… Beyaz yatak örtüsünde, siyah kaplı, küçük ve eski bir defter… Bitişikte yatan veremli genç kızın şiirleri varmış defterde… Haberi veren annem, bir ân gözlerimin içini tarayıp:
-Senin dedi; şair olmanı ne kadar isterdim!
Annemin dileği bana, içimde besleyip de on iki yaşıma kadar farkında olmadığım bir şey gibi göründü. Varlık hikmetinin ta kendisi… Gözlerim, hastane odasının penceresinde, savrulan kar ve uluyan rüzgâra karşı, içimden kararımı verdim:
-Şair olacağım!
Ve oldum.”
Kendine Güvenirdi…
Üstat, TRT’de bir programa katılır. Programın sunucusu da bir şairdir. Sunucu programda kendi şiirini seslendirir ve Fazıl’a nasıl bulduğunu sorar. Üstat hiç çekinmez, şiiri yerden yere vurur.
Programın devamında sunucu sohbetin arasında, Türk Edebiyatında dünyaya seslenen iki büyük yazar olduğunu belirtir. Üstat hiç düşünmeden, net bir tavırla: “İkincisi kim?” diye sorar Birincisinin kendi olduğundan bu denli emindir.
Bu özelliğini otobiyografik özelliğinde şöyle anlatır:
“Kendisini artık dünyada tanımayan tek kişinin kalmadığını; kahvede, sokaklarda, salonlarda hep ondan konuştuklarını sanıyordu.”