Kültür - Sanat
Ali Kuşçu

Amu Derya, Sir Derya’nın ikizidir. Bu iki nehir, Türk yurdunda bir araya gelip buluşarak, Maveraünnehir’i meydana getirirler. Biri irfan taşır, diğeri kelam. Dolayısıyla biri insanın vicdanına hitap eder, diğeri de insanın aklına. Bir de Semerkant vardır. İrfan ve kelamın ışığında, Semerkant’ta bir çift göz uyanır güne. Gökyüzündeki kuşlara bakar o bir çift göz. O gözler, Ali Kuşçu’nun gözleridir.
Alaeddin Ali
Muhammed oğlu Alaeddin Ali. Semerkant’ta dönemin Timurlular’ından Uluğ Bey’in doğancıbaşısı olan Muhammed Bey’in oğluyken; gökyüzünde kainatın sırlarına salvo atan bir yüreğin sahibi olacaktır.
Hükümdarlar, devlet yönetiminde tecrübe sahibidir evet. Savaşmak kaçınılmaz olduğunda orduları yönetirler. İnsanlara öncülük, devletleri temsil ederler. Ancak çok azı bilimle uğraşır. Uluğ Bey Orta Asya’yı, İran’ı, Irak’ı ele geçiren Timur’un torunu olmasına rağmen, yani dünyada at koşturan en büyük komutanlardan birinin torunu olmasına rağmen müşfik, babacan ve sanatçı bir karaktere sahiptir.
Semerkant’ta bir gecedir. Ve Uluğ Bey sarayında uludur. Doğancıbaşısı Muhammed Bey’in yanında oğlu Alaeddin Ali vardır. Araştırmaya ve öğrenmeye doymayan Alaeddin Ali. Bu gece vaktinden itibaren, Uluğ Bey’den dersler almaya başlar. Matematik ve Astronomi.
Henüz 15. yüzyıldır. Başka bir Türk yurdu olan Anadolu’nun Bursa’sından bir şahsiyet gelir Maveraünnehir’e. Namı Kadızade-i Rumi’dir adı. Bundan böyle Uluğ Bey ile birlikte Alaeddin Ali’yle beraberdir. Bir zaman sonra aralarına Gıyaseddin Cemşid de katılır. Artık bu dörtlü hep birlikte göklerin sır kapısını aralamaya hazırdır!
Hall el-Eşkal el-Kamer
Alaeddin, astro-dostlarıyla göklerde geziniyorken, bilimsel çalışmalara doyamadığı için gizlice Kirman’a gitme kararı alır. Kirman, bugün İran’ın güneyinde yer alan geniş bir bölgedir. Ne Uluğ Bey’in haberi vardır bu gidişten ne Kadızade-i Rumi’nin ne de Gıyaseddin Cemşid’in.
Ancak her ne kadar dostları Alaeddin’in habersiz gidişinden üzülse de, bir süre sonra Alaeddin Kirman’da yaptığı çalışmaların neticesinde ortaya koyduğu eserle beraber Semerkant’a geri dönecekti. Eserin adı “Hall el-Eşkal el-Kamer” idi ve Alaeddin bu eksantrik risaleyi Uluğ Bey’e armağan etti. Bu eserinde, Dünya’nın uydusu Ay’ın evrelerini açıklıyordu.
Alaeddin Kirman’da çiçeklerle bezenmiş bir düzlükte, kendisiyle kitap okuma yarışına giriverdi. Bir kitabı bitirdi, diğerine başladı. Diğeri devam ederken öbürünü okudu. Kitaplar arasında gözle görülmeyen bilgi iplikleri dokudu ve bu iplikleri zihnine doladı, doladı ve doladı. Nasreddin et-Tusi’nin kitabı “Tecridü’l Kelam” ile haşir neşir oldu; nihayetinde bu kitabı “Şerhü’t Tecrid” adlı kendi kitabıyla şerhetti.
Semerkant Gözlemevi’nin Çatı Katı
At sütü vardı soğuk, rüzgar alan terastaki masanın üzerinde. At sütü soğuktu. Tıpkı teras gibi. Rüzgar kara haberler taşıyordu. Semerkant Gözlemevi’nin çatı katından bir cenaze kalktı. Kadızade-i Rumi’nin cenazesi.
Uluğ Bey her zamanki gibi uluydu. Gidenin ardından değil, bırakmayanın ardından ağlamalı dedi ve Semerkant Gözlemevi’nin başsız kalan başına, ileride astronominin başı olacak başı getirdi: Alaeddin Ali.
Alaeddin at sütünden bir yudum aldı. Artık Semerkant Gözlemevi’nin çatı katında yıldızlara “es-selamun aleyküm” diyen o olacaktı. Oldu da.
Bir zaman sonra Gözlemevi’nin başı olan Alaeddin’e yolculuk yolu göründü. Çin demişti Uluğ Bey. Maçin demişti. Bilgi Çin’de bile olsa onu alın diyen kutlu Peygamberin (sav) sözüne sadık kalındı ve Alaeddin Çin’e doğru yola çıktı. Bu yolculuktan öyle bir dönecekti ki; döndüğünde Dünya’nın yüzölçümü ile meridyeni hesaplanmış olacaktı.
Dalından Kopan Bir Uluğ Yaprak
Seneler 1449’u gösterdiğinde Semerkant’ta kıyamet koptu. Timurlu ülkesinin büyük Sultanı Uluğ Bey ki gerçek adı Muhammed Taragay’dır, oğlunun kendisine isyanı sonucu giriştiği mücadelede esir oldu ve oğlu tarafından öldürüldü. Dünya Habil ile Kabil’den sonra böyle müteessir edici bir olay yaşamış mıdır? Bilemiyoruz.
Ancak Alaeddin’in bildiği bir şey vardı ki o da artık kendisinin yalnız kaldığıydı. Uluğ Bey bir bilim insanı olarak Alaeddin’i sonuna kadar koruyan ve kollayan bir insandı. Korumasız kalan Alaeddin Hacca gitmeye karar verdi. Yola çıktıktan sonra her şey onun için bir kez daha değişecekti.
Tebriz
Şehrin dışında kurulu otağın içerisinde oldukça uzun boylu, iri yarı ve sert benizli bir adam vardı. Azeri Türkçesi’nden bir şiir mırıldanıyor, bir yandan da içindeki heyecanı bastıramayarak bir ileri bir geri yürüyordu.
Derken otağın girişindeki keçi postu aralandı ve içeri endişeli ama bir o kadar da sakin bakışlarla sakallı bir adam girdi. İkili bir süre birbirini süzdükten sonra kardeşçe kucaklaştı. Bir yanda Akkoyunlu ülkesinin nice savaş görmüş büyük hükümdarı Uzun Hasan, diğer yanda hacdan dönen astronom ve matematikçi Alaeddin Ali vardı.
Uzun Hasan birden ciddileşti ve bilim insanına İstanbul’a gitmesi ve Osmanlı ülkesi ile Akkoyunlu ülkesinin selameti için Osmanlı sultanıyla görüşmelerde bulunması gerektiğini söyleyiverdi. Alaeddin bunu duyunca ilgiyle baktı Uzun Hasan’a. Bizans mülkü olan Konstantinopolis’i henüz 21’inde zapt eden, Peygamberin (sav) sözüne mazhar olmuş ve ünü Amu Derya ile Sir Derya’nın ötesine uzanmış genç hükümdar Sultan II.Muhammed’in yanına mı gidecekti?
Uzun Hasan uzun başıyla onayladı:
“Evet.”
Fatih’in Huzurunda
Ayasofya henüz İslam’ın ışığıyla yeni yeni aydınlanmaya başlamıştı ama dışarda hava karanlıktı. Beyaz bir at, avludaki ağaçlardan birine bağlı duruyor, atın yanında iki asker muhabbet ediyordu.
Ayasofya’nın içi sessizdi. Büyük kubbenin yanına serpiştirilen levhalardaki yaldızlı Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali yazıları ay ışığını yansıtıyordu. Mihrabın yanında bulunan bir siluet kandilleri yaktı ve ortam biraz daha aydınlandı. Aydınlanan yüzlerden biri koç burunlu ve kartal bakışlıydı. Sakalları ince ve düzgün, yanakları kemikli ve yüzü paktı. Muzaffer Sultan ellerini belinde kavuşturarak Alaeddin’e baktı.
1 saat boyunca Alaeddin’i İstanbul’da kalmaya ikna etmeye çalışan Fatih, Alaeddin’den aldığı olumlu cevabın mutluluğuyla güldü.
“Sen” dedi Alaeddin’e. “Sen şimdi doğruca var git Uzun Hasan’a. İşlerini hallet ve benim Din-i Mübin-i İslam’ı ileriye götürmek için ihtiyaç duyduğum bilim ve irfan hareketime katıl. Haydi, yolun açık olsun!”
Alaeddin Sultan’ın önünde eğildi ve bir müddet geri geri giderek Ayasofya’nın çıkışına doğru yol aldı.
Ali Kuşçu
Fatih’le görüştükten sonra Tebriz’e geri dönen Alaeddin, Uzun Hasan’a görevini teslim ettikten sonra eskinin Konstantinopolis’i yeninin İstanbul’una doğru yola çıktı. İznik’e geldiğinde Osmanlı Sultanının askerleri kalan yolu kendisine eşlik etmek amacıyla onu karşıladı.
Sapanca’yı hızlıca geçtiler ve Anadolu’nun İstanbul ile kavuştuğu yerde yani bugünün Kadıköy’ünde, Alaeddin törenler ve kutlamalar eşliğinde karşıya geçti. Bindiği kayığın varış noktasında kendisini bekleyen kişi Fatih’in kendisiydi.
Alaeddin artık İstanbul’da çalışacak ve Ayasofya Medresesi’ne müderris olarak atanacaktı. Tabii bu yeni görev 1473 yılında Fatih ile Uzun Hasan arasında cereyan eden Otlukbeli Savaşı’nın akabinde kendisine verildi.
Alaeddin artık Ali Kuşçu’ydu. İstanbul’da hem hükümdar hem ulema hem bilim insanları hem de halk tarafından müthiş bir sevgi ve ilgiye mazhar olacaktı. İlerleyen dönemlerde bilim hayatına yön veren Mirim Çelebi, Sarı Lütfü ve Sinan Paşa, Ali Kuşçu’dan dersler aldı.
Semerkant’ta açılan ve kainatın barındırdığı nice yıldızın ışığıyla aydınlanan bir çift göz, İstanbul’da 1474 yılının kışında kapandı huzurla. Ali Kuşçu, şimdi belki gökdelenlere eşlik eden martıların, belki boğazın üzerine tüneyen Ay’ın, belki de bulutların ardında kalan artık göremediğimiz yıldızların gizinde saklıdır.
Kim bilir.
Başlıca Eserleri
1. Uluğ Bey’e armağan ettiği ve Ay’ın evrelerini gözlemlediği “Hall el-Eşkal el-Kamer”
2. Nasreddin Tusi’nin Tecridü’l Kelam adlı eserini şerhettiği “Şerhü’t Tecrid”
3. Uluğ Bey, Gıyaseddin Cemşid, Kadızade-i Rumi ve Ali Kuşçu’nun ortak çalışması olan ve 1018 adet yıldızın konumunu içeren yıldız kataloğu “Zic-i Uluğ Bey” ya da “Zic-i Gürgani”
4. Otlukbeli Savaşı’ndan sonra Fatih Sultan Mehmed Han’a sunduğu, gezegenlerin kürelerini ve hareketlerini ele alan, Dünya’nın şeklini ve yedi iklimi açıklayan ve dünyaya özgü ölçülerle gezegenlerin aralarında bulunan mesafeleri aktaran astronomi kitabı “Fethiye”
5. Yine Fatih Sultan Mehmed’e ithaf ettiği matematik kitabı “Muhammediye”
6. Fatih Camii’nde kendi tasarladığı bir “güneş saati”
7. Başlıca eserlerinin yanında Ali Kuş İstanbul’un boylamını 69 derece, enlemini ise 41 derece 14 dakika olarak hesaplamıştır.