4. SayıKültür - Sanat
Mimar Sinan Hakkında Her Şey- Mimar’ın Sanatı
*Bu yazı Özçekim dergisinin 4. sayısında yayımlanmıştır.
Sinan’ın Sanatı
Sanatın ve ilmin aynı coşkuyla sardığı Sinan…
Kendi tabiriyleyse yalnızca El Hakir El Fakir bir Sinan…
Anadolu’nun ilk devşirme kafilesi İstanbul’un sularında süzülüyordu.
20’li yaşlarında bir delikanlı Ağırnas’tan İstanbul’a uzanıyordu.
O, İstanbul’la ilk karşılaştığında karşısında bir Fatih Camii vardı bir de iki minareli Ayasofya!
Giderken bırakacaklarıysa, o an gördüklerinden çok daha fazlası olacaktı…
Osmanlı medeniyeti geleceğe onun eserleriyle uzandı. Onun imzasını taşıyan bin asırlık İstanbul silueti olmasa, böyle bir medeniyetin varlığına inanmak bile güç olmaz mıydı?
İşte Süleymaniye, işte Mihrimah, işte hala ayakta bir Ayasofya…
Bu ne bir masal ne bir rüya, yaşadılar İşte tam şuracıkta!
Sinan’ın sanatı İstanbul’a atılmış en güzel imza…
Mimar Sinan’ın öyküsü buram buram ağaç kokan bir marangozhanede başlar. Ağırnas’ta doğan Sinan burada dülger (marangoz) olan dedesi Yusuf Ağa ve babası Katip Abdülmennan’ın yanında kümes, çardak ve su arkları yaparak mimari yolculuğunun ilk adımlarını atacaktır. Ağırnas’ın Sinan gibi bir mimarı yetiştirmiş olması ise asla bir tesadüf değil. Ağırnas; dehlizleri, mağaraları, yeraltı şehir kalıntılarıyla çok eski bir yerleşim bölgesidir. Ağırnas mimarisi ise klasik köy evlerinden farklı olarak özenle işlenmiş kesme taşlar ve kemerlerle alışılmışın çok üzerinde bir inceliğe sahiptir. Sinan da bu incelikteki evlerden birinde doğar ve bu estetik mimari ile kültürel doku içinde yetişir. O, Erciyes dağının doğal güzelliklerini ve eteklerinde bulunan sıra tepeler üzerindeki kubbeyi anımsatan yığma tümülüsleri seyrederek çocukluk dönemini geçirir. İşte bu köy onu, henüz bilmediği muhteşem geleceğine hazırlar. Gün gelecek Sinan köyüne duyduğu vefayı ise şu sözlerle ifade edecektir:
“Köyüm olmasaydı ben de olmayacaktım. Beni köyüm yetiştirdi.”
Anadolu’nun İlk Devşirmesi
İlk olarak I. Murat zamanında uygulanmaya başlanan devşirme sistemi Yavuz Sultan Selim döneminde bir değişikliğe uğrar. O zamana kadar devşirme çocuklar yalnız Rumeli’den gelirken artık Anadolu’dan Müslüman ve gayrimüslim devşirmeler de gelmeye başlar. Bu karar Osmanlı’nın en büyük sanat ve ilim insanını yetiştirecek ilk adım olacaktır. İşte Mimar Sinan Anadolu’dan devşirilen bu çocuklar arasında yerini alarak İstanbul’a gelir. Sinan’ın kendi sözleri de bunu doğrular:
”Bu hakir, Sultan Selim Han gülistan-ı saltanatın devşirmesi olup Kayseriyye sancağında iptida oğlan devşirilmek ol zamanda vaki olmuştur.”
Mimar Değil Yeniçeri Oldu
Osmanlı eğitim sisteminde önemli bir yeri olan Enderun Mektebi Sinan’ın Ağırnas’tan sonraki durağı olacaktır. Sinan bugünkü Sultanahmet Meydanı olan At Meydanı’ndaki mektepte eğitim almaya başlar. Bu noktada “Yetenekleri ile mimarlar ocağına girdi” desek bu hikâye pek o kadar ilginç olmazdı. Sinan’ın hikâyesini zenginliği de tam bu noktada başlar. Sinan, bu okuldan bir mimar değil bir asker yani Yeniçeri olarak çıkar ve 40’lı yaşlarına kadar da yeniçeriliğini sürdürür. Peki ya 40 yaşına kadar Yeniçeri olan Sinan, nasıl çağlar aşan bir mimar olur?
Sinan, Yeniçeri olarak 1514 yılında Yavuz Sultan Selim ordusu ile İran seferine 1515’te Mısır seferine çıkar.1520’de Yavuz Sultan Selim vefat edince, Kanuni Sultan Süleyman geçmiştir. Sinan bu kez de Kanuni’nin ordusunda 1522’de Rodos, 1521’de Belgrad, 1526’da Mohaç seferlerinde yeniçeri olarak yerini alır. Sinan hala bir mimar değildir ve yaşı git gide ilerlemektedir.
Sinan’ın asker olarak giderek rütbesi yükselir. 1529’da Orta Avrupa seferinde, zemberekçibaşı, yani ağır bir ok türü olan zemberekle silahlanıp, komutan olur. Ardından 1534 Bağdat seferi,1535 yılında Doğu seferi peşi sıra gelir. Kanuni gibi pek çok sefer yapmış bir hükümdar döneminde yaşamış olması sonucunda hayatı seferlerde geçer. Sinan’ın yaşı ilerlemektedir ve hala hiç bir mimari esere imza atmış değildir. Ancak tüm bu seferler Sinan’ı çok farklı bir yönüyle besler. O da Doğu’da ve Batı’da pek çok şehri, pek çok mimari tarzı görmüş ve gözlemlemiş olması. Batı’da Rönesans eserlerini Doğu’da Selçuklu mimarisini inceleyen Sinan, gün gelecek tüm bu gözlemlerini eserlerine yansıtacaktır. Sinan kendini geleceğe nasıl hazırladığını şu sözlerle ifade eder:
‘’Bu sıradaki isteğim, ülkeler gezip görgümü arttırmaktı.’’
Sinan’ın Kadırgaları
Doğu seferi Sinan’ın hayatında önemli bir yer tutar. Sefer esnasında Van Gölü’ne gelen Osmanlı Ordusunun karşı kıyıya geçmesi gerekir. Damat Lütfü Paşa marangozluktaki maharetinden dolayı Van gölünün karşı sahiline geçmek için Sinan’dan gemiler yapmasını ister. Sinan bu istek üzerine üç tane muhteşem kadırga yapar ve askerleri karşıya geçirir. Yaptığı kadırgalar marangozlukta ne kadar ileri düzeyde olduğunu gösterirken, aynı zamanda ilmi hesaplarla sanatsal bakışı birleştirebilen bir dahi olduğunu ortaya çıkarır. Bu sayede ilk kez dikkatleri üzerine çekmiş ve pek çok takdir toplamıştır. Sinan bunun üzerine padişahın hizmetine ayrılmış kişi anlamına gelen ‘’haseki’’ unvanı kazanır.
Askerlikte yükselen Sinan’ın hala “Mimar” unvanı yoktur. 1537 yılında Barbaros Hayreddin Paşa ile Korfu, 1538 yılında Buğdan seferlerine katılır. Bu seferlerden birinde artık yavaş yavaş mimarlık yeteneklerini göstermeye başlayacaktır. Prut Nehri üzerine yaptığı köprünün etkileyici hikâyesi tarihimizde de önemli bir yere sahiptir. Peki Mimarlar Ocağındaki nice mimar ve Mimar başı dururken neden köprüyü yapmak Yeniçeri Sinan’a düşmüştür? Gelin Sinan’ın ağzından dinleyelim:
“Sultan Süleyman Han, Karaboğdan’a revan oldular. Prut Suyu kenarına geldiklerinde asker geçmeye köprü lazım oldu. Nice kimesneler bir olup köprü yapmaya çalıştılar. Yaptıkları köprüler cümle çöktü. Çünkü nehrin kıyısı kildi ve kazık çatılması mümkün olmuyordu. Bataklıkta köprü inşasında aciz kalındı. Lütfü Paşa hazretleri Sultan Süleyman’ın huzuruna çıktı dedi ki: ‘Padişahım köprü bina olması Sinan Subaşı denilen kulunuzun kadr-u itibari ile olur. Haseki bendenizdir. Gayet üstad-ı cihan ve mimar-ı kardandır.’ Süleyman Han’ın emri varid oldu. Köprü binasına başladım. On gün içinde Prut Suyu kenarında büyük ve yüksek bir köprü yaptım. Padişah hazretleri askeriyle beraber saadetle geçtiler.”
Mimarbaşılığa Giden Yol
Sinan ordudaki görevine devam ederken bu sırada Sadrazam İbrahim Paşa’nın ölümünün ardından yerine Sadrazam olan Ayas Paşa vefat eder. Ayas Paşanın vefatı üzerine bir türbe yaptırılması gerekir. Büyük bir mimara ihtiyaç vardır. O sırada 18 yıldır baş mimarlığı sürdüren Acem Ali vefat etmiştir. Vefatıyla boşalan hassa baş mimarlığı görevine Lütfi Paşa, Sinan’ı önerir. Kanuni, “ Bir sorun rızası var mı” der. Bunun üzerine görüşmeler yapılır ve Sinan teklifi kabul eder. Tarihe adını kazıyacak olan ama henüz adı dahi bilinmeyen Sinan o tarihte tam 44 yaşındadır. Sinan bu görevi kabul edişini de şöyle ifade eder:
“Gerçekte bunca yıl emek verdiğim ve bağlandığım asker ocağından ayrılmak bana hüzün verecekti. Ancak çeşitli camiler inşa edip, dünyaya ve ahirete hizmet edeceğimi düşünerek kabul ettim.”
Böylece Türk mimarlık sanatında yeni bir dönem başlar. Sinan, kalfalık eserim dediği Şehzadebaşı Camii’nden başlayarak bir bir muhteşem eserler verir. Zamanla Osmanlı ülkelerinin tümünün imar işlerini üstlenir. Süleymaniye ve Selimiye gibi büyük eserlerinin yanında medreseler, hamamlar, darülkurra ve darülşifalar, imarethaneler, su kemerleri, kervansaraylar ve köprüler onun ilim ve sanat dehasından çıkarak Osmanlı’nın Mimari üslubunu oluşturur. Tezkirelere göre, Sinan Mimarbaşı olduktan ölünceye kadar 477 yapının tasarımını veya onarımını üstlenmiştir. Ancak o bunca eserinden yalnızca bir tanesine imzasını yazar. Bosna’daki Drina Köprüsü, Mimar Sinan’ın imzasını attığı tek eseridir. Bu imzada yazanlar ise onun bir sanat dehası olmasına rağmen aynı zamanda ne kadar mütevazı bir karakter taşıdığını da gözler önüne serer…
Mimar Sinan’ın 3 Dönemi
Mimar Sinan’ın 500’e yakın eseri içerisinde 3 tanesi çok özeldir.
Bu eserlerini şu sözleriyle bizzat kendisi işaret eder:
“Şehzadebaşı çıraklık, Süleymaniye kalfalık, Selimiye ise ustalık eserimdir.”
1-) Şehzadebaşı Camii
Mimar Sinan’ın üç abide eserinden ilki Şehzadebaşı Camiidir. Mimar Sinan tarafından her ne kadar “çıraklık” eseri olarak tanımlansa da Türk mimarisinde çığır açmıştır. Şehzadebaşı Camii aynı zamanda hüzünlü bir öyküyü taşır duvarlarında. Caminin yapımına ilk karar verildiğinde bir Selatin yani sultan camisidir Şehzadebaşı. Kanuni Sultan Süleyman kendi adına, şahsi servetiyle yaptırmaya başlar. Ancak camiinin yapımı sürerken Şehzade Mehmet ansızın hayata gözlerini kapatır. Bunun üzerine cami Şehzade Mehmet’e adanır ve camide yer alan türbesinin üzerine bir padişah tahtı koyulur. Kanuni “Benim oğlum padişah olacaktı” der adeta. Sinan ise bu hüznü ustalıkla işler kubbelere, minarelere ve damla damla gözyaşları akıtır camiinin her bir motifinden…
2-) Süleymaniye Camii
Süleymaniye’nin yapımı başladığında “Cihanın en büyük Sultanı cihanın en büyük mabedini yaptırıyor” diye tüm dünyaya haber salınır. Sultan Süleyman kendi adına camii yaptırmaya ikinci kez niyet etmiştir. Ancak bu kez İstanbul’da artık uygun yer kalmamıştır. Tüm şehri gören yalnızca bir tepe vardır ve burası böylesine büyük bir eserin yapılamayacağı kadar sivri bir coğrafi yapıya sahiptir. Burada Mimar Sinan’ın ustalığı bir kez daha kendisini güçlü şekilde hissettirecek ve “kalfalık” eseri olarak nitelendirilse de Sinan’ın kuşkusuz en sevilen eseri Süleymaniye vücuda gelecektir.
3-) Selimiye Camii
Mimar Sinan’ın mimaride ulaştığı en yüksek seviye Selimiye Camii’dir. Sinan’ın hayatı boyunca yaptığı denemelerin ve deneyimlerin bir bileşimdir. Selimiye Türk mimarisinin şaheserlerinden biridir ve klasik Osmanlı mimarisine has olan tüm özellikleri kendi bünyesinde toplamıştır. Sinan, Selimiye’de pek çok mimari özelliği bir araya getirse de aynı zamanda Selimiye hiç bir esere benzemeyecek kadar özgün bir eserdir. Mimar Sinan 92 yaşında 8 yıl gibi kısa bir sürede Selimiye’yi tamamlamış ve bugün hala Türk Mimarisinde aşılamamış bir şaheseri meydana getirmiştir. II. Selim için yapılan Selimiye İslam’ın Avrupa yakasındaki kapısı olan Edirne’de yüzyıllardır arzı endam etmektedir.