2. Sayı
Itrî ile Orhan Gencebay Buluşuyor!
Bir yanda binden fazla bestesiyle Türk musikisinin temellerini atmış, 350 yıldır unutulmayan makamlarıyla, yetiştirdiği çiçekler ve yeni bir tür olarak ürettiği armutla Mustafa Itri.
Diğer yanda ciğerlerimize oksijen yerine efkâr çekmemize sebep olan, yaptığı besteler ve kompozitörlüğüyle coğrafyamızı kendisine hayran bırakan, ‘hatasız kul olmaz hatamla sev beni diyen: Orhan Gencebay… Aradan geçen yüzyılları kaldırıyoruz. Bu eşsiz iki isim şimdi Özçekim Kahvesi’nde bir araya geliyor.
Mustafa Itri: Gel bakalım Orhan Efendi, sen bu mereti tıngırdatabiliyor musun?
Orhan Gencebay: Senin kadar olmasa da bilirim hocam.
M.I: Bırak şimdi mütevazılığı. Anlat hele ya da istesen anlatma bırakalım müziğin anlatsın.
O.G: Estağfurullah hocam, senin hikayeni dinlemeye geldim. Bini aşkın beste yaptığından söz ediliyor bizim dönemimizde. Nasıl başladı bu müzik aşkı?
M.I: Müzik dedin, kolay yerden sordun ama aşk dedin, bir yanıyla da zor oldu. Kabrimden kalkıp şükredesim var ama edeceğim duayı bir besteyle yumuşatasım var. Neresinden başlasam ki?
O.G: En başından alalım hocam, müzikle ne zaman tanıştın?
M.I: Gözümü açtığımda şarkının ortasındaydım, ben gözümü kaparken hayatın şarkısı hâlâ sürüyordu.
O.G: Senden sonra gelen bir bilge, “Müziksiz hayat bir hatadır,” dedi. Söylediklerin bana bu sözü anımsattı.
M.I: Sen de “Hatasız kul olmaz” demişsin. Bana da bunu anımsattı.
O.G: hatasız olmuyor hocam. Yanlış notaya da bassak hayatın şarkısı devam ediyor. Mühim olan hangi şarkıyı söylediğimiz, hangi ahenge kulak kabarttığımız, hangi melodiye eşlik ettiğimiz.
M.I: Biraz da hangi niyetle hayatta bulunduğumuz. Bu da çok önemli. Hayat biraz da böyle işte, bir konser alanı gibi bu dünya: Herkes ama herkes bir şarkıyı ya söylüyor ya da eşlik ediyor. İlahi notaların icra edildiği alanı bulmak bir yanıyla kolay öbür yanıyla zor… Hata etmek zor da değil ayıp da değil ama af dilemek neden zor gelir mahlûkata?
O.G: İşte o konu derin hocam. Bu dünyada olmak, sinir stres harbinde mücadele etmek, kulluğu unutmamak, insanlığı hor görmemek… Hepsiyle başa çıkmak için ruhu dinlendirmek, nabzı düzenlemek gerekir. Âşık Sümmani “İnsanoğlu gamdan hali değildir\ her birini bir efkâra yazmışlar,” der ama hepsi nihayetinde imtihanımız olan kederler, sınavımız olan acılardır.
M.I: Nabzı düzenleyen efkârdır, kederdir, gamdır. Tutuşmak, aşkla alev alev yanmak başka nasıl olur ki? Hiç bitmeyen ve daima mutlu olduğun bir hayat, inan ki çekilmezdi. Bu hayatın içli, kederli şarkılarında hepimize yetecek dozda mizah ve keyif olduğuna eminim.
O.G: Senin şarkın nasıl başladı hocam? Böyle sorayım madem yeri gelmişken.
M.I: Ben İstanbul’da doğdum, bilirsin. Çocuktum, küçüktüm, anama un almak için çarşıya çıkmıştım. Bizim mahalle buralardaydı. Şu arkadaki alan Mevlevihane’ydi. Öyleymiş o zamanlar bilmiyordum. Boyumu aşan duvarların ardından ruhuma işleyen bir müzik duydum. Kapıyı aralamaya çalıştım, olmadı. İlerdeki armut ağaçlarından birine tırmanıp bu sesin nerden veya kimden geldiğini bulmaya çalıştım. Bahçede iki üç kişi dönüyor, etekleri havalanıyor ve bu beni büyülüyordu. Sesin geldiği yeri nihayet keşfettim. Bağdaş kurmuş, sırtı bana dönük bir amca… Enstrüman nedir bilmiyorum tabii o zaman. İnanır mısın sesi o amca çıkarıyor sandım yıllarca. O gün armut ağacında öylece kaldım, epey izledim, dinledim, düşledim. En son akşam saatlerinde anamı görünce atladım aşağıya. Eve gittik. Un almayı ihmal ettiğimden biraz da fırça yedim tabii.
O.G: Müzikle karın doymaz tabii, haklı kadın.
M.I: Ama ruh doyuyor işte. Gece o semazenleri düşündüm, müziğin sesini düşündüm, zamanın sesini düşündüm, ilahi sesi düşündüm… Taklit etmeye çalıştım ama hayır, çıkaramıyordum o musiki sesleri. Sabah ilk iş yine o ağacın tepesine tırmandım. Akşama kadar semah başlamadı. Müziği de duyamadım. Tam semazenler geldi, başlayacaklardı…
O.G: Yine anneye mi yakalandın?
M.I: Yok, bu defa babamdı. Neyse, aylarca böyle böyle fırsat buldukça gidip o armut ağacına tırmanıp gösteri başlayana kadar armutları inceledim, yapraklarla oynadım: Gösteri başlayınca da büyülenip kilitlendim. Her gün ailemden biri gelip beni oradan almasa karnım aç, boğazım susuz aylarca kalabilirdim o armut ağacında.
O.G: Peki hâlâ müziğin sesinin insanlardan mı geldiğini düşünüyordun hocam?
M.I: Elbette, çok uzun süre öyle düşündüm. Ta ki Mevlevihane’ye girdiğim o güne kadar. Kapının açık olduğunu görünce derhal içeri sızmıştım. Bağlama türünden sazlar, yaylı sazlar, üflemeli sazlar… Hepsini aynı gün tanıdım, aynı gün hepsine şaşırdım. O günün akşamında babam beni almaya geldiğinde hep çıktığım armut ağacında bulamayınca ismimi bağırmaya başladı. Ben de görevlilerden birine bu adam benim babam dedim. İçeri çağırdılar. O akşam beni oraya temelli olarak aldılar. Gündüzleri mektebe gidiyor, akşamları dergâha dönüyordum. Bir sene sonra on dokuz farklı sazı tıngırdatabiliyordum. Kimse bilmez Orhan ama sana söyleyeceğim. İlk bestemi on üç yaşındayken o dergâhta yaptım. Sonra yıllar yılı o kültürle büyüdüm. İşte o bahsettiğin binlerce besteyi yaptım.
O.G: Nerden esinlendin peki üstadım? Yani ezgilerinde klasik havayla birlikte musiki tadı, arabesk tınısı ve Türk kültüründen esintiler var. Bu çok geniş bir yelpaze… Bunu nasıl başardın?
M.I: Hiç yılmadım. Gençken ne kadar enerjim varsa hepsini buna harcadım. Ezan duydum, ezan bestesi yaptım. Batılı klasik müzikler duydum, onlara yakın besteler yaptım. Gemilerle Avrupa’yı dolaştım. Her gittiğim yerden bir ezgi ve bir armut alıyordum. Her ezgiyi kendi harcıâlem bünyeme, her armudu da biriktirdiğim armut türleri arşivime katıyordum. Gün geldi bestelerim Dünyaya yayıldı. Armutlardan da yeni bir tür ürettim ve o yepyeni armut türü de ülkemizin her yanına yayıldı.
O.G: Vay canına! Bu, herkesin örnek alması gereken türde bir hikâye…
Mustafa Bey armudundan ben de yedim bu arada hocam, maşallah gayet lezizdi.
M.I: Çalışınca, gayret edince, karşılığını bir şekilde alıyorsun Orhan. Hem armutlardaki hem de müzik dünyasındaki bu çalışmalarımdan sonra saraya davet edildim. Dönemin sultanlarına ilahiler çaldım, naatlar söyledim.
O.G: Bunların güfteleri kime aitti, kendi yazdığınız da oldu mu üstadım?
M.I: Olmaz olur mu hiç! Birçoğu kendi şiirlerimdi. Fakat tabii benden sonra size kalanlar genelde başka şairlere ait şiirlerle oluşturulmuş besteler. Bundan da gurur duyuyorum. El birliğiyle unutulan şairlerimizi de anmış olduk.
O.G: Harikulade. Hocam bu esirler kethüdalığı nereden çıktı peki?
M.I: İşte o da bu saraya çağrıldığım döneme denk geliyor. Sultanımızdan rica ettim: Savaşlarda esir düşenlerin yönetimini üstlenmek istedim. Kırmadı, bu görevi bana verdi. Allah ondan razı olsun. Bu sayede savaş esirlerini yönetirken, onların ülkelerindeki ezgileri öğreniyordum.
O.G. Öğrenmekten yılmamışsın üstadım. Sayende ben bile şu yaşımda bir şeyler öğreniyorum.
M.I: Öğrenmekten bıkılmaz, öğrenmek bırakılmaz. Çocukken müzik dinlemek için çıktığım armut ağacında yaptığım incelemeler bile büyüdüğümde işime yaradı. Büyük botanik bahçeleri oluşturdum, saray bahçelerini tasarladım, meyve ürettim… Hepsi durmadan sebat etmekle olan şeyler. Senin de hikâyen buna benziyordur eminim. Çünkü başarılar birbirlerine benzerler ama her başarısızlığın ayrı bir bahanesi vardır.
O.G: Benziyor elbette ama büyük laf ettin hocam. Defterime not alıyorum bunu.
M.I: Notunu al da biraz seni dinleyelim, çok konuşturdun beni. Bak, defterim bomboş kaldı, artık sıra sende.
O.G: Eyvallah hocam, haydi gel de şimdiki İstanbul’u gezdireyim sana.
BİRLİKTE GÜNÜMÜZE GELİRLER
M.I: İnsan kopyalamayı filan mı buldunuz Orhan, bu ne kalabalık böyle?
O.G: Dünya nüfusu arttı, daha da artacak inşallah. Torunlarımıza güzel bir dünya bırakmak için çalışıyoruz daha çok. Güzel müzikler, güzel kitaplar ve güzel filmlerle ansınlar istiyoruz bizi, kopyalama olmasa da olur.
M.I: Eyvallah, o işin şakası zaten de film dediğin nedir?
O.G: Film yeni bir icat olan kameraya mevcut görüntülerin kaydedilmek suretiyle tekrar tekrar izlenebildiği türden bir gelişme hocam. Yazarlar belli temalara değinerek bir senaryo yazar, oyuncular da kamera karşısında sahneyi canlandırır.
M.I: Orta oyunu gibi yani ama meddahlar orada olmasa bile tekrar seyredilebilen versiyonu. Doğru mu?
O.G: Berhudar olun hocam, anında kavradınız.
M.I: Oyunculara pek iş düşmüyor öyleyse. Güzel olmuş, çok yoruluyorlardı zaten. Sen de yaptın mı böyle işler?
O.G: Hasbelkader yaptım tabii. Bizimkiler biraz eskide kaldı. Konuları o dönemi ilgilendiren şeylerle birlikte daha çok aşk üzerineydi.
M.I: Aslında hayatta her şeyin konusu aşktır. Hayat böyle bir pergel gibidir, bir bacağı aşkta sabit, diğer bacağı etrafında döner durur. İlimde, fende, matematikte veya maneviyatta hep aşkla uğraşırsan başarılı olursun. Bu sebeple şaşırtmadı beni senin durumun. Önce müziğe mi başladın filme mi?
O.G: Hemen hemen aynı döneme denk geldi diyebiliriz. Bağlamada beni çeken bir şeyler vardı. Gittim büyük hocalardan ders aldım. Batısından doğusuna her türünü öğrendim. İçimdeki aşk ateşi hâlâ sönmemişti. Birkaç beste yapmaya başladım. Nihayetinde bir kasetle piyasaya çıktım.
M.I: Kaset?
O.G: O da aynı kamera gibi icra ettiğimiz müziği kaydediyor ve defalarca dinlenebilmesini sağlıyor.
M.I: Tahmin etmiştim.
O.G: Şüphem yok.
M.I: Sevildi mi bari ilk kasetin?
O.G: Sevilmez olur mu? Bizim milletimiz duygusaldır, ben de herkesin kendinden bir parça duygusallık bulabileceği şarkılar yaptım. Herkesin derdinin ortak noktasını bulup onları birleştirdim. Derman yollarını gösterdim. Bir iki derken birkaç kaset sonra artık bestelerim benden çıktı, tüm ülkenin oldu. O esnada da filmlerle tanıştım. Aynı dertleri, aynı kederleri, aynı yaraları paylaştığımız bu insanlarla aynı coğrafyayı da paylaşıyorduk. Madem öyle aynı müziği de paylaşalım dedim ve daha fazla ürettim. Yıllar geçtikçe daha da sevilmeye başladı besteler.
M.I: Bunun sebebini biliyorum galiba.
O.G: Nedir tahminin?
M.I: Öğrenmeye açıktın. Dertleri, kederleri, acıları biliyordun ama sonra bir şeyi daha öğrendin?
O.G: Hay Allah razı olsun hocam. Aynı bu şekilde oldu. Gün geçtikçe dermanları öğrendim. Hataları telafi etmeyi, yaraları sarmayı, pansuman etmeyi öğrendim. Her yara kapanır da dil yarası kapanmaz dedim. Dilimizle üzmeyelim çevremizi, gerisi hallolur, dedim. Bu sayede daha da büyük kitlelere yayıldı bestelerim.
M.I: “Hatasız kul olmaz” ne isabetli bir yorum be Orhan! Dil yarasını da ben not alıyorum bu arada.
O.G: Estağfurullah ama öyle değil mi hocam? Hatasıyla, günahıyla, yanlışıyla da sevebiliyorsan sevgidir. Bunlar olmuyorsa ona sevgi denmez, menfaat denir. Yüce rabbim bile günahlarımıza, hatalarımıza karşılık tövbe kapısını daima açık bırakıyor.
M.I: Ağzına sağlık, güzel dedin. Yeter ki her hatadan ders almayı bilelim. Anlat bakalım, sonra neler oldu?
O.G: Gel zaman git zaman aradan elli koca yıl geçti. Müzikle, aşkla geçen elli yıl. Bu millet de beni bağrına bastı. Herkes sanki akrabalarıymışım gibi sevdi, destek verdi. Artık uluslararası bir üne kavuştum. Konser vermediğim ülke kalmadı. Türkçe bilmeyenler bile Hatasız Kul Olmaz’a eşlik etti.
M.I: İşte azimle gelen gururlu bir başarı. Helal olsun. Az önce yanımızda duran arabada iki kişi senin müziğini dinliyorlardı. Şoför “geldik, inebilirsiniz,” dedi ama yolcular inmedi. Kulak misafiri olduğumda şunu duydum: “Orhan Gencebay çalarken arabadan inilmez,” dediler. Maşallah, bak nasıl gurur verici değil mi?
O.G: Berhudar olsunlar hocam. Fakat şunu bilmeni isterim ki senden sonra gelen büyük şairler de senin adına şiirler yazdılar. Hatta insanların, ülkenin maddi değeri olan paraya senin suretini bastılar, bu da büyük bir gurur.
M.I: Hay Allah razı olsun. İşte böyle çalışmayı, öğrenmeyi ve hayal etmeyi bırakmazsan illaki başarılı olursun. Haydi, beni geri götür istersen, ihtiyarladım artık, kulaklarım gürültüyü kaldırmıyor.
O.G: Olur ama giderken şu adına yazılan şiirleri bir okuyayım istersen?
M.I: Hay hay, yanında bağlama da tıngırdatacaksan neden olmasın.
O.G: Sen istersin de çalmaz mıyım hocam.