2. Sayı
İlmek İlmek Misak-ı Milli

Uygarlık, Mezopotamya’nın göbeğinde Dicle, Fırat ve Nil Nehri’nin verimli yataklarında başladı. Milattan önceki yıllarda Musul bölgesinin de içinde bulunduğu Mezopotamya, Asur ve Babil gibi çok önemli uygarlıklara ev sahipliği yaptı. Burası; edebiyatın, sanatın, bilimin ve hukukun doğuşuna da tanıklık etti, semavi dinlerin ortaya çıkışına da. Coğrafyanın sunduğu nimetler gelmiş geçmiş en önemli ticaret yollarını meydana getirdi. Sahip olduğu yer altı kaynakları modern dünyanın temeli oldu. Ancak tüm bunlar bölgenin hem en büyük zenginliği hem de en büyük sınavıydı…
Bugün emperyalist güçler, kendisine ait olmayan bu zenginlikte hak iddia ediyor. Hatta sesleri öyle baskın ki bölgenin gerçek sahiplerinin sesi kısık kalıyor. “İmdat” demeseler, o dahi işitilmeyecek…
Peki ya Devlet-i Aliye’den geriye kalan bu İslam topraklarında Kısık Sesleri Kim Duyacak?
Bölgede Türk Hâkimiyeti
Bölgenin Türk hâkimiyeti oldukça eskiye dayanıyor. Abbasilerin uç bölgesi olarak tabir ettikleri sınır boyu valileri genellikle Türklerden seçilirdi. Abbasi Halifelerinin zamanında bu bölge Türk valilerinin, Türk askerlerinin ve Türk halkının yönetimine bırakılırdı. Musul da bu dönemde Türk valiler tarafından idare edilen bölgeler arasında yer alıyordu.
Dünyanın en kanlı savaşlarının olduğu bu bölgeye Türk yöneticilerin gelmeye başlamasıyla köklü değişiklikler görülmeye başlandı. Türklerin töresel, dinsel, toplumsal davranış biçimleri, adaletli yönetim anlayışı ve savaşçılık yetenekleri etkileşim içinde bulundukları toplumlar tarafından saygı ve güven kazanmalarına sebep oldu. Böylece Türk hâkimiyeti bölgeye huzur getirdi ve köklü Türk devletlerinin harcını oluşturdu.
Yönetimi elinde bulunduran Türkler, Selçuklu hâkimiyetinden başlayarak bölgede siyasi nüfuzu da sağladı. Daha sonra Karakoyunlular, Anadolu Selçukluları ve Osmanlı Devleti gibi Türk devletleri peş peşe bu bölgeye hâkim oldu. İşte bu devirlerde çok yoğun bir biçimde Oğuzlar yani Türkmenler Kerkük, Erbil, Musul ve çevrelerine akın ederek yerleştiler. Böylece bölge Birinci Dünya Savaşı’na kadar Osmanlı himayesinde kaldı. Bu, onların huzurla yaşadığı son dönem olacaktı…
Batının Doğu Keşfi
Batılı ülkelerin savaş ya da ticaret ile bölgeyi gözlemlemesi ile bölge için yeni bir dönem başladı. Buradaki zenginliği gören batılı şövalyeler ve tüccarlar doğu medeniyetinin tekniğinin, kültürünün ve ekonomik kaynaklarının batıdan üstün olduğunu bizzat gördüler. Artık onlar için Ortadoğu, hayallerini süsleyen bir zenginliğin kaynağı haline gelmişti. Önlerindeki engelse bölgenin hâkimi Türklerdi. Bunun üzerine doğunun ele geçirilmesi fikri ortaya çıktı. Bu istek çok geçmeden Ortadoğu’yu bir saldırı alanına çevirecekti. Bu zenginlik aşkı kutsal toprakların Müslümanların elinden kurtarılması gibi dinsel bir amaç üzerinde temellendirildi. Böylece 18. Yüzyılda başlayıp günümüze kadar uzanan Ortadoğu mücadelesi başlamış oldu.
Petrollere Abdülhamit Çözümü
Osmanlı Devleti, Batı’nın emperyalist hırslarını derinden hissettiği zor günler yaşıyordu. 2. Abdülhamit ise bu ülkelerle stratejik bir savaşı sürdürüyor, kötü gidişatı durdurmaya çalışıyordu. Bölgede özel olarak yaptırdığı sondaj çalışmalarında petrol yataklarını belirleyen Abdülhamit, bu alanları koruyabilmek için petrol yataklarının yer aldığı arazileri padişahın şahsi arazisi ilan etti.
İngiltere ve Almanya Ortadoğu’ya yönelik politikalarında Osmanlı Devleti’nin elinde bulunan bu bölgenin kaynaklarına sahip olmak için ellerinden gelen her türlü yola başvurdu. Musul petrolleri konusunda Abdülhamit’ten imtiyaz koparmak için Alman, İngiliz ve Amerikan şirketlerinin yarıştıkları bir sırada Padişahın şahsi arazisi ilan edilen bu bölgeler politik ve ticari oyunlarla önce Maliye Bakanlığı’na devredildi. Ardından da hazin sona yaklaşılmaya yani bölge yavaş yavaş kaybedilmeye başlanacaktı.
Nasıl Kaybettik?
İslam’ın son sancağı Osmanlı kimisi için özgürlük düşmanıydı ancak 600 yıllık bu İslam Medeniyeti eriyip gittiğinde sınırlarının dışında kalan hiçbir yer bir daha özgürlük ve refah yüzü görmedi, huzur bulamadı. Bugün Türkiye’nin evlatlarıyla arasına örülen sınırların arkasında tam 100 yıldır acı dinmiyor.
Bu hazin kopma noktasını ise 1. Dünya Savaşı oluşturdu. Osmanlı Devleti 1914 yılı sonbaharında savaşa girdiğinde yaklaşık olarak 1 milyon 800 bin kilometre kare genişliğindeki toprakların savunmasını çeşitli cephelerde üstlenmişti.
Dört yıl süren bir savaş sonrasında birçok toprak İngiliz, Fransız ve Rusların eline geçmişti. Ancak Musul, Kerkük ve Süleymaniye hariç… Savaş sona erip, ateşkes ilan edildiğinde Bağdat’ı, Kudüs’ü savaşta kaybeden Türk ordusu güçlü savunması ile çoğunlukla Türklerin yaşadığı Musul, Kerkük ve Halep’i korumayı başarmıştı. Dolayısıyla Mondros Ateşkes Anlaşması için masaya oturulduğunda bu bölgeler Türk ordusunun kontrolü altındaydı.
Savaş hukukuna göre Ateşkes ilan edildiğinde, taraflar hangi topraklarda kalmışsa anlaşma bu çerçevede gerçekleşir. Ancak Batı, adaletin değil çıkarların peşindeydi. Savaş bitip Mondros Anlaşması imzalandıktan birkaç gün sonra İngilizler imzaladıkları anlaşmaya saygı göstermeyerek ilan edilmemiş bir savaş başlattı ve Musul, Kerkük ve Halep’i işgal etti.
Musul’da İngilizlere Tepki
İngilizler Musul’u işgal etmişlerse de, bölgeye hâkim olamadılar. İngilizler bölgedeki aşiretleri kontrol altında tutamıyor halk İngiliz himayesinden rahatsızlık duyuyordu. Halk, İngilizlere vergi vermemek için direniş gösterdi ve sık sık sokak kavgalarına girişmeye başladı. Yöre halkının ekseriyeti kesinlikle Türk tarafında yer aldılar. Musul halkı, Ankara’da ilk T.B.M.Meclisi’nin açılışıyla güçlenen Milli Mücadele hareketine daima destek veriyordu. Hatta bölgede bulunan Araplar dahi İngilizlere karşı, Mustafa Kemal Paşa’nın yanında yer almayı tercih ediyordu. Türkiye ise bu işgali tanımıyor, Misak-ı Milli’de Musul vilayetini Türkiye sınırları içinde sayıyordu.
Misak-ı Milli
Yeni Türkiye savaşın ardından milli yemini olan Misak-ı Milli’yi ortaya koydu. Bu, I. Dünya Savaşı’nı sona erdirecek olan barış antlaşmasında Türkiye’nin kabul ettiği asgari barış şartlarını içermekteydi. Misak-ı Milli’de, “Mondros Ateşkesi imzalandığı sırada işgal edilmemiş bölgeler kesin Türk yurdudur, parçalanamaz.” Maddesi yer aldı. Üstelik Türkiye, savaşta kaybedilen bazı bölgelerin geleceğinin ise referandumla belirlenmesini istiyordu.
Türkiye bu bildiri ile Arap çoğunluğunun yaşadığı Bağdat ve Basra gibi şehirlerin İngilizler tarafından işgalini sineye çektiğini, tanıdığını; fakat Türk ve Kürt nüfus çoğunluğunun yaşadığı ve kendi askerinin sonuna kadar başarıyla savunmuş olduğu Musul vilayetinden asla vazgeçmek niyetinde olmadığını tüm dünyaya haykırmıştı. Üstelik Mustafa Kemal başta olmak üzere Ankara Hükümeti, Misak-ı Milli’nin çizdiği sınırlarda ısrarcıydı ve gerekirse bir savaşı bile göze almış durumdaydı.
Diplomatik Savaş
Lozan Barış Konferansı’nda Musul vilayeti konusunda çetin bir diplomatik savaş yaşandı. Türkiye, bütün Musul vilayetinin Türkiye’ye katılmasını talep ediyor İngiltere ise bunu reddediyordu. Türkiye “Bu toprakların kaderi plebisitle belirlenmelidir” dedi. Yani o toprakların geleceğini işgalci İngilizlerin değil, oralarda yaşayan halkın kendisinin özgürce kararlaştırmasını istedi. Bu, uluslararası hukukta yeri olan self-determination demekti ve haklı bir görüştü.
Türkiye, “Halka sorulsun, Musul vilayetinde plebisit yapılsın” dedikçe İngiltere, “Halka sorularak çözülmez” diye karşı çıkıyordu. İngiltere, Musul konusunu Milletler Cemiyeti’ne götürmek istedi. Türkiye ise bu kuruluşa henüz üye bile değildi. Musul sorunu 1924’te Milletler Cemiyeti’ne taşındı. Aynı tarihlerde Türkiye’de iç kargaşalar yaratıldı. Doğuda Nasturi, Şeyh Sait ayaklanmaları peş peşe patlak veriyordu. Milletler cemiyetinin bölgede yaptığı incelemeler ise hiçbir şekilde Türkiye lehine işlemiyordu.
Türkiye’nin Bölgede Hakkı Var mı?
Türkiye ile Irak arasındaki sınırı belirleyen Ankara Antlaşması, 05 Haziran 1926 tarihinde, Türkiye, Irak ve İngiltere arasında imzalandı. Antlaşmanın birinci maddesine göre Kuzey Irak’ta bağımsız bir devlet kurulması halinde Musul ve Kerkük petrol alanları dâhil olmak üzere yeniden Türk toprağı olacaktı. İşte bu anlaşmaya göre hukuksal olarak tartışmasız bir şekilde Türkiye’nin Musul üzerinde söz hakkı doğmaktadır.
Bölgede Neler Oluyor?
İsrail’in bayrağında yer alan iki mavi çizgi bölgede neler olduğunun en güzel cevabını veriyor.
Biri Fırat diğeri Dicle… Hani o uygarlığın başladığı, ilahi dinlerin doğduğu, sanatın, kültürün, bilimin ilk yeşerdiği ve zenginliğin kaynağı toprakları besleyen iki nehir. İsrail bayrağında yer alan ve ortasına Yahudi yıldızı yerleştirilen, zenginliği sınavı olmuş o coğrafya. Dini ve ekonomik sebeplerle ele geçirilmeye çalışılan bölge için uzun yıllardır büyük savaşlar veriliyor. Pek çok ülkenin bölgeye hâkim olma isteği güzel Mezopotamya’yı bir savaş meydanına dönüştürmüş durumda.
Farklı etnik ve dini unsurlar tetiklenerek bölgede çıkarılan kargaşalar ve desteklenen terör gurupları ile Batı’nın müdahalesine bir zemin daha doğrusu bir bahane oluşturuluyor. Bölgede çıkarılan kargaşalarda sınırlarımıza dayanan terör, Türkiye’nin güvenliğini ve bölünmez bütünlüğünü de tehdit ediyor. Bu yüzden Türkiye’nin Ortadoğu’daki önceliği güvenliğini sağlamak ve bölgede oluşacak bir karışıklığı önlemek üzerine kurulu. En önemlisi de bölgede tarihi, kültürel, dini ve siyasi sorumluluğu olan Türkiye, artık masumların kanının dökülmesini istemiyor.
Batı ise bölgenin kaderini bölgenin eline bırakmamak için var gücüyle saldırıyor. Türkiye’nin bölgedeki manevi gücü karşısında demokrasinin değil silahların gücü yeğleniyor. Çünkü bölge halkının kararlarında acının değil huzurun sahipleri rol oynayacak. Herkesin bildiği gerçek şu ki; Bölge halkı ister Türk, İster Kürt, İster Arap olsun; 100 yıldır çok büyük yıkımlar, savaşlar ve acılar yaşıyor. Yani, Türk’ün eli bölgeden çekildiği günden beri…